20 Şubat 2017 Pazartesi

Gülmeden Güldürmek Üzerine

Yazıya nasıl bir giriş yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. O yüzden basit bir soru sorarak giriş yapıyorum. Geçmişe dönüp bir kişi ile tanışma şansı elde ettiniz, seçeceğiniz kişi kim olurdu? Skala bir hayli geniş ve anında karar vermesi epey zor. Benim tercihim ise çok net, Buster Keaton. Tercihimin bu yönde olmasının sebebi son zamanlarda neredeyse tüm filmlerini izlemiş olmam ve bende büyük bir etki yaramış olması olabilir. Peki kim bu adam? Belki de adını dahi duymayanlar vardır. Kendisi sessiz filmlerin atası oluyor ve bunu hiç gülmeden yapıyor, evet mimiklerini dahi oynatmıyor. E iyi de madem öyle neden hiç adını duymadık? Neden sessiz film dendiğinde hepimizin aklına ilk olarak Charlie Chaplin geliyor?


Bunun birçok sebebi var aslında. İlk olarak Charlie Chaplin kadar asil bir duruşu yok. Çünkü Buster Keaton çirkin ve gülmüyor, hiç gülmüyor. Şansınız varsa bir iki tane gülen fotoğrafına denk gelebilirsiniz. Ayrıca Şarlo gibi akıllarda yer edinmiş bir karakteri de bulunmuyor. Ama buna rağmen filmlerinde kahkahaya boğabiliyor. Yazının başında sessiz filmlerin atası olduğunu söylemiştim ve bu konuya tekrar dönmek istiyorum. 1920'li yıllarda hareketli kamera kullanımı, daha önce yapılmamış kadraj tercihleri ve oooaaa dedirten birbirinden inanılmaz sahneler. Nasıl mı? Tam olarak şöyle.




Yıl 1920 ve tren kovalama sahnesi yapıyor, hareket halindeki arabaya atlıyor. Vööööh hocam napıyorsun? Bu ikisi gerçekleştirmiş olduğu inanılmaz şeylerin sadece en basit örnekleri. Buster Keaton'ın filmlerini izlerken "ya bunu nasıl yapmış" diye düşünmekten kendinizi alabilirseniz gülmenize de zaman kalıyor. Yoksa şaşırmış halde ekrana boş boş bakarken bulabilirsiniz kendinizi. Konuşma yok, mimik yok, tüm sitcom'larda yer alıp irrite ettiren kahkaha efekti yok. Var olan tek şey sessizlik. 


Zamanda geri gidip tanışma şansı elde etseydim ilk soracağım şey "Nasıl? Bunu nasıl yapıyorsun?" olurdu herhalde. Etrafımdaki herkese filmlerini zorla, döve döve izlettiresim geliyor bazen. Keşke çok daha önce bilseydim diyorum Buster Keaton'ı. Beynimdeki Buster Keaton ile ilgili her şeyi yok edip yeniden, sıfırdan izlemek istiyorum filmlerini. Bunu bir döngü haline getirip sonsuza kadar devam ettirmek istiyorum. Adının neden "Buster" olduğunun hikayesini de öğrenerek çok daha etkilendim ama bunu paylaşmıyorum sadece ben bileyim, ehe. Hayatımda en çok etkilendiğim kişiler arasında Buster Keaton uzun bir süre birinci sırada olacak sanırım.
Son olarak filmlerinden en çok "inanılmaaaaz" dediğim sahneleri de buraya bırakıyorum.






David Lynch ve Karanlık Dünyası

Konuya girmeden önce belirtmekte fayda var, yazıda David Lynch'i öve öve bitirmeyip bir yönetmenden çok daha fazlası olduğundan bahsediyor olacağım. Yazı fazla abartı ve övgü içereceği için kusasınız gelebilir ama tabi ki de bunu umursamıyorum ben. GTFO.
Her şey yaklaşık iki ay önce herkesin Game of Thrones'un çevirmeni olmasından dolayı tanıdığı eşekherif yani Cem abinin tavsiyesi sonucu Twin Peaks'i izlemeye başlamamla gerçekleşti. "Olm kesin izle inanılmaazz" deyişini hala hatırlıyorum. İlk başta "acaba dediği kadar var mıdır" gibi ufak bir ön yargı ile yaklaşsam da hemen başladım izlemeye. 90-91 yılları arasında toplamda 30 bölümlük iki sezondan oluşan bir dizinin hikayesi bu. Amerika'nın en kuzey bölgesinde yer alan Twin Peaks kasabasında -gerçekte böyle bir yer yok tamamen David Lynch'in kurgusu- meydana gelen bir cinayet ile başlıyor maceramız.


Bu küçük kasabamızda herkes birbirini tanıyor ve bir sabah kasabanın genç kızlarından Laura Palmer'ın öldürülüşüyle her şey tepe taklak oluyor. Olaya dahil olan ana karakterimiz ise FBI ajanı Dale Cooper. Sevecen, zeki, kuralcı, romantik ve kahve delisi. Twin Peaks'de yeni olan Dale Cooper olayları çözmeye çalışırken bir yandan herkesle kaynaşıyor ve kasabanın yerlisi haline geliyor. Twin Peaks'i diğer polisiye vb gibi dizilerden en ayırt edici özelliği David Lynch'in her bir karakterin içine işlemiş olduğu derinlik. Evet David Lynch'i öve öve bitirememe evremiz burada başlıyor. Dizide "meh bu neci ki" diyebileceğiniz karakterin bile olaylara doğrudan bir etkisi oluyor. Bölümler ilerledikçe siz de kendinizi kasabın bir yerlisi gibi hissetmeye başlıyorsunuz.

Bir bölümde Laura Palmer, canımız ciğerimiz Dale Cooper'a "25 yıl sonra seni yeniden göreceğim" diyor. Peki bilin bakalım ne oluyor? Aradan geçen 25 yılın ardından Twin Peaks geri dönüyor. Oooaaa David Lynch?!?! Karakterleriyle olabildiğince sizi kendine çeken dizide bu da yetmiyormuş gibi kasabaya da aşık olabiliyorsunuz. Ağaçların, şelalelerin, dağların bulunduğu Twin Peaks cennetin yer yüzündeki yansıması resmen, cidden öyle no bullshit.


Ayrı parantez açmamı gerektiren bir karakter var. Audrey Horne! Dizideki kadınlar zaten güzellik konusunda almış yürümüş ama Audrey... Dik başlı, kararlı, akıllı ve hedefleri uğruna yapmayacağı şey yok. Dışı seni içi beni yakar yani. "Isn't it too dreamy?" dediği sahne hala aklımda. Evet bir miktar aşık olduğum doğrudur. Audrey<3


Bir yönetmenden bir fazlası demiştim David Lynch için ki bu gerçekten de böyle. Aynı zamanda ressam ve müzisyen olan David Lynch belki de sinema dünyasının en büyük hayal gücüne sahip yönetmeni olabilir. Bu kadar kurgunun, derinliğin başka bir açıklaması olamaz. Son olarak Twin Peaks'de geçen "Fire Walk With Me" ve "J'ai Une Âme Solitaire" sözlerini de adeta aklımın derinliklerine kazıdım. Dövme yaptırılası sözler böyle oluyor işte. Bu da yakındır.

18 Şubat 2017 Cumartesi

David Bowie ve Nikola Tesla

İlk bakışta bu iki ismin aynı cümle içerisinde yer alması çok anlamsız gelebilir. Birisi 21. yüzyılın en büyük müzik ikonlarından olurken diğeri ise dünya tarihinin gördüğü en zeki adam. Evet Nikola Tesla, on kişiden sekizinin dünyanın en zeki kişisi olarak kabul ettiği Einstein'dan çok daha zeki bu konu hakkında sayısız tez sunabilirim STFU. Peki aynı zaman döneminde bile yaşamamış bu iki adamın ortak noktası ne? Aralarındaki bağ ne?


Bu sorunun cevabı en favori yönetmenler listemde tepede yer alan Christopher Nolan. Bowie'yi Tesla ile özdeşleştirdiği 2006 yapımı filmi The Prestige ana konumuz. Nikola Tesla'nın kendi zamanının çok ötesinde biri olduğunu düşünen Nolan -ki gerçekten de öyle- rol için aklına direkt olarak David Bowie'nin geldiğini belirtmiş. Zaten çok çook büyük bir Bowie hayranıymış. Eh hal böyle olunca adeta yalvarırcasına -aslında yalvarmıyor hani mecazen- teklifini sunmuş David Bowie'ye rol için. En başta biraz soğuk yaklaşsa da sonradan teklifi kabul etmiş. Bowie<3



Filmde bir sahnede Nikola Tesla'yı oynayan Bowie, ana karakterlerimizden Robert Angier'a "Hiçbir şey imkansız değildir" diyor. Güzel söz, dursun aklımızın bir köşesinde. Şimdi itiraf etmem gereken bir şey var. Filmi ilk izlediğim zaman Nikola Tesla'yı oynayan kişinin David Bowie olduğundan bir habersizdim. Saaaad. E ufaktım 13-14 yaşında bir şeyim. Filmi izlerken "Oooaaa Nikola Tesla ne karizma yeaaa" dediğimi de çok net hatırlıyorum oynayan kişinin David Bowie olduğundan habersiz bir şekilde. İzlediğim bir dizi ya da filmi ikinci ya da üçüncü kez izlemeyi hiç sevmem normalde. İzledim ve bitti. Bu olay bir kere olmalı ve böyle kalmalı benim için. Ama bu despot kuralımı The Prestige'de çiğnemiştim. Bu yıl ne zaman olduğunu hatırlamasam da yeniden izlemiştim. Bu sefer "Oooaaa Nikola Tesla ne karizma yeaaa" düşüncem yerini "Oooaaa David Bowie ne karizma yeaaa" düşüncesine bıraktı. E malum David Bowie olduğunu bilip izleyince çok daha farklı oluyor ikinci izleyişiniz olsa da. Seyredin, güzel film. O kadar David Bowie dedik durduk yazıyı bir şarkısıyla sonlandırmamak olmaz.



Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Bir ülke düşünün uzun süre sömürge altında kalmış, bağımsızlığını ilan etmiş ve büyük bir savaşı atlatmış. Küllerinden yeniden doğarcasına kalkınmış ve dünyada refah seviyesi en yüksek görülen ülkeler arasında her zaman yerini almış. Bir tahmininiz var mı hangi ülke olduğu ile alakalı? Yoksa da ben söyleyeyim, Finlandiya. Bataklıklar ülkesinden nasıl beyaz zambaklar ülkesine dönüştüğünün çarpıcı hikayesini anlatan bir kitap bu.



Kitabın yazarı 1866 Rusya - St.Petersburg doğumlu bir papaz olan Grigory Petrov. Çeşitli zaman dilimlerinde yaptığı Finlandiya gezilerinde küçük küçük notlar alan Petrov bunu daha sonra bir kitap haline getirmiş. Öyle sıradan, sadece gördüklerini anlattığı basit bir kitap değil. Ülkenin yaşadığı tüm zorlukları aşıp ekonomiden eğitime kadar nasıl kalkındığını çarpıcı bir dille anlatıyor. Hatta yeri geldiği zaman tek tek yüzünüze vuruyor tüm bunları. Öyle bir gerçeklilikle anlatmış ki Petrov ülkesi Rusya'da tüm eserleri yasaklanmış.



Kitabın kapağına bakıyorsunuz şu an. Dikkatinizi çeken bir nokta oldu mu? Olmadıysa "Atatürk'ün okulların müfredatına konulmasını istediği kitap" ibaresine iyi bakın. Daha önce böyle bir şey ile karşılaştınız mı ya da duydunuz mu? Atatürk'ün mutlaka okunmasını belirttiği bir kitap? İşte Beyaz Zambaklar Ülkesi kendi döneminde bu denli yankı uyandırmış bir eser. Hatta cumhuriyetin ilan edildiği ilk zamanlarda Türkiye'de de çok etkin olmuş ve dönemin önde gelen aydınların fikirlerini doğrudan etkilemiş.

Kısacası günümüzde dünyada eğitim anlamında en iyi sisteme sahip olduğu belirtilen, refah seviyesi daha ne kadar yüksek olabilir diyerek kendine imrendiren soğuk ama tatlı bir ülkenin hikayesi. Okuyun. Güzel kitap.

Salvador Dali, Walt Disney ve Sürrealizm

Sürrealizm'in en büyük temsilcisi Salvador Dali ve tarihin gördüğü en efsane animatörlerden Walt Disney'in gülümseten hikayesi. 1945 yılında Dali ve Disney ortak bir animasyon yapmaya başlamışlar fakat projeyi hiçbir zaman bitirememişler. Rivayete göre de projenin hayata geçmemesindeki en büyük sebep mali sıkıntılarmış.


Aradan geçen uzun yılların ardından 1999'a geldiğimizde Walt Disney'in yeğeni Roy Disney, Fantasia 2000 adlı müzikal animasyonu için uğraş veriyormuş. Bu sırada Salvador Dali ve Walt Disney'in üzerinde çalıştığı fakat yarım kalmış olan projeye ulaşmış. Roy Disney yarım kalan bu işi tamamlamak için büyük emekler vermiş ve 2003 yılının yazında "Destino" adındaki bu projeyi tamamlamayı başarmış. Destino yine aynı yıl akademi ödülüne de layık görülmüş.


1945 yılında Dali ve Disney tarafından düşünülen bu animasyon aradan geçen tam 48 yılın ardından böylece tamamlanmayı başarmış. 7 dakikalık animasyon zamanın etten kemikten bir forma büründüğü "chronos" ile fani bir kadının trajik aşkını konu ediniyor. Bu kısa animasyonda Salvador Dali'nin birbirinden inanılmaz bilinçaltı sembollerine ve yaratıcılığına kendi sürrealist perspektifinden şahit oluyoruz. İzleyin, inanılmaz iyi.


Pink Floyd ve Liverpool

Müzik tarihine damga vurmuş bir grup ve futbol tarihinin en köklü takımlarından birinin az bilinen hikayesi. Pink Floyd ve Liverpool. Müzik ve 80'ler dendiğinde akla ilk gelen isimlerden olan Pink Floyd, Londra çıkışlı bir grup. İngiltere'de futbol en çok sevilen spor branşları arasında yer alıyor. Futbolun İngiltere'den çıkan bir spor olması nedeniyle aşırı normal bir durum aslında bu. Hatta ülke o kadar koyu futbol aşığı ki bir ara holiganizm çok büyük bir etki gösteriyordu ve önüne geçilemiyordu. Pink Floyd üyeleri ise kendi şehirleri Londra'yı yok sayıp daha kuzeyde ve nehir kenarındaki ufak ama bir o kadar şirin Liverpool kentinin takımına gönül vermiş. 


Ülkede futbol holiganizm boyutuna gelecek kadar seviliyor, taraftarlar maç öncesi ve sonrası karşı karşıya gelip birbirlerine saldırıyor. Böyle delicesine bir tutku var futbola. Liverpool taraftarları ise takımına yaptığı inanılmaz besteler ile ön plana çıkıyor. İşte bu noktada takımın en bilindik tezahüratı "You'll never walk alone" Türkçe karşılığı ile "Asla yalnız yürümeyeceksin". Pink Floyd, Liverpool'a gönül vermişken takım adına bir şarkı yapmazsak olmaz diye düşünmüş olacak ki 1971 yılında çıkış yapan Meddle albümüne Fearless adında bir şarkı ekliyor. 6 dakikalık şarkının son 1.5 dakikasında ise Liverpool'un tüyler ürperten "You'll never walk alone" tezahüratını duyuyoruz.


Şarkıyı Liverpool'a ithaf eden Pink Floyd sözleriyle de adeta bir sanat eseri meydana getiriyor. Kaldı ki grubun tüm şarkıları bir sanat eseri benim gözümde. Şimdi şarkıda beni büyük etkisi altına alan ve bana göre en vurucu sözlere geçiyoruz.
You say the hill's too steep to climb. Climb it! - Tepenin tırmanmak için çok dik olduğunu söylüyorsun. Tırman ona! 

You pick the place and I'll choose the time - Yeri sen seç, zamanını ben belirleyeceğim

Just wait a while, for the right day - Yalnızca biraz bekle doğru gün için

And as I rise above the treeline and the clouds - Ve ben yükselirken ağaçlara doğru ve bulutların üstüne

I look down hear the sound of the things you said today - Aşağıya doğru bakacağım ve kulak vereceğim senin bugün söylediğin şeylere

Şarkının en çok bu kısımları etkisi altına almıştı beni. Her dinlediğimde de almaya devam ediyor. Dinleyin. İyi şarkı. 


Dünyanın en utanmaz ailesi: Gallaghers

Geligıırrss. Dünyanın en psikopat, en uçuk bireylerini barındıran bir aile. "Yok artık bu da mı" diyebileceğiniz ne varsa onlar Gallaghers ailesinde birer birer gerçekleşiyor. Alkolik, sorumsuz, tüm değer yargılarına ve dünya düzenine karşı bir babadan tutun nerede olduğu belli olmayan bir anne, kargaşanın eksik olmadığı bir mahalleye kadar tüm delilikler bu ailenin bir parçası. Tüm bu karmaşanın içinde hayatını yaşayan 6 kardeşin deyim yerindeyse trajikomik hikayesi.


Shameless komedi konusunda şimdiye kadar izlediğim en uç nokta sanırım. Daha ilerisi yok varsa da ben bilmiyorum. Her karakteri birbirinden sayko olan Shameless yeri geliyor ağzınız ağrıyana kadar güldürüyor yeri geliyor duygusal anlamda sizi bir boşluğa sürüklüyor, can yakıyor. Hani şu "güldürürken düşündürmek" klişesi var ya işte bu dizinin böyle bir etkisi var. Kısacası Shameless izlediğiniz sırada kendinizi haykırarak gülerken bir an da ağlama noktasına kadar gelmiş bir şekilde bulabilirsiniz.


Bir aile daha ne kadar dibi görebilir ki dedirten Gallaghers ailesi başına gelen sayısız probleme rağmen bir şekilde mutlu olmayı ve ayakta kalmayı başarıyor. İzlerken mutlaka siz de kendi hayatınızdan bir şeyler bulabiliyorsunuz Shameless'da.
Son olarak Shameless'da en haykırdığım sahneleri buraya bırakıyorum:d İzleyin, güzel dizi.