30 Nisan 2017 Pazar

Renkli Tarih

Hi. Reddit'de deli gibi takılarak aşşırı iyi şeylerle karşılaşmaya devam ediyorum. Bu sefer efso başarılı, içinde kaybolup gidilebilecek bir subreddit keşfettim, /r/colorizedhistory.



Aslında isimden anlamanız lazım, oldukça net bir subreddit. Millet tarihi fotoğrafları oturup renklendiriyor ve karşımıza innnnanılmaz güzel fotoğraflar çıkıyor. Subreddit'e dışarıdan paylaşım yapılmıyor, mod ekibi tamamen profesyonel renklendirme uzmanlarından oluştuğu için kendi renklendirdikleri fotoğrafları paylaşıyorlar.
Böyle sıkı yönetilen sub'ları pek sevmesem de işlerinde aşırı iyi oldukları için sesimi çıkarmadan ekran karşısında baştan yarattıkları fotoğrafları seyrediyorum. Normalde bu şekilde görmeye alışık olmadığımız fotoğrafları kusursuz bir renklendirmeyle görmek cidden tuhaf hissettiriyor. Gerçek değil, bir filmden alınmış gibiler. İnanılmaz.

Londra, 1889



Prenses II. Elizabeth, 1944

Harlem, 1943

Antartika, 1911

Bakkal, 1939




24 Nisan 2017 Pazartesi

İngiltere, Peaky Blinders ve Nick Cave üçlemesi

1920'li, her türlü pis işlerin artık rutin ve sıradan bir olay haline geldiği İngiltere yılları ve tüm bunların içinde bulunan Shelby ailesi. Peaky Blinders bu yıl izlediğim yapımlar arasında zirveye oynuyor. Her şeyiyle buram buram kalite kokan Peaky Blinders'daki gerçek çete hikayesini izlerken gaza gelip kumara falan başlayabilirsiniz ben yaptım sonu sancılı bitiyor, tavsiye etmem:d Hikaye İngiltere'de dönemin en illegal ve acımasız olaylarının yaşandığı Birmingham şehrinde geçiyor.








Shelby Ailesi, Peaky Blinders adını verdiği çetesiyle soygunculuk ve at yarışları ile yoluna devam ederken polislere de rüşvet vererek her türlü beladan kaçmayı başarıyor. Ailedeki üç erkek kardeş aynı zamanda çetenin patronluğunu da üstleniyor, Arthur, Thomas ve John Shebly. En büyükleri Arthur olsa da tek yeteneği su gibi alkol içmek ve belaya bulaşmak olduğu için sorumlulukları ortanca kardeş Thomas Shelby üstleniyor. Thomas abimiz aynı zamanda savaş gazisi olması nedeniyle içinde fırtınalar kopan ama dışarı vurmayan, kafasına tak ettiğinde ortalığın anasını ağlatan biri. İnce ince çalışan Thomas yaptığı seçimlerle hem kendisini hem de ailesini  zamanla bambaşka bir noktaya getiriyor.










Peaky Blinders oyunculuk, sinematografi ve çekim anlamında son zamanlarda izlediğim en muazzam işlerden biri. Dizi jeneriğinde canımız ciğerimiz Nick Cave şarkısının çalıyor olması da kalpleri iyice fethediyor<3 Her yerinden kalite akan dizinin en üzücü yanı bölüm sayısının az olması. Her sezon sadece 6 bölüm çekmek ne demek olm bizim Fox dizileri senede 100 bölüm çekiyor.. Son olarak dizinin efsane müziğini de buraya bırakıyorum.











Guttmann Laneti

Spor çok uzun süredir insanoğlunun hayatında yer edinmiş bir kavram. Günümüzde ise spor kavramı hızla gelişmeye devam ederek şu an büyük bir endüstri haline gelmiş durumda. Endüstrileşen spor dünyasında ise zirvede her zaman futbol yer alıyor. 150 yıldır insan hayatının bir parçası olan futbola dair sayısız hikayaler yazıldı günümüze kadar. Bazıları başarı hikayeleri olurken bazıları da başarısızlıklarla dolu hikayeler oldu.

Şimdi çok daha farklı bir hikayenin yaşandığı ve hala yaşanmaya devam eden olaya gidiyoruz. Hikayenin adı "The Curse of Béla Guttmann" Türkçe deyimiyle Guttmann Laneti. Hikaye üç anahtar kelimeden oluşuyor, bunlar sırasıyla Macaristan, Lizbon ve kupa.


Budapeşte doğumlu olan Béla Guttmann 1920 ve 1933 yılları arasındaki futbolculuk kariyerinden sonra teknik direktörlüğe başlıyor. 1959 yılına kadar tam 17 takım çalıştıran Guttmann'ın rotası en sonunda Portekiz'e yöneliyor. 1959'da başkent Lizbon'un takımı olan Benfica'nın başına geçmesiyle de hikaye başlıyor. Benfica takımı Guttmann yönetimiyle 1961 ve 1962 yıllarında art arda Avrupa'nın en büyük kupası olan Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanarak muazzam bir başarı elde ediyor. Béla Guttmann ise bunu başaran ilk Macar teknik direktör oluyor. Guttmann 1962 yılının sonlarında Benfica yönetimi ile sözleşme uzatma görüşmeleri için masaya oturuyor. Yönetimden daha iyi bir sözleşme şartı isteyen Macar teknik direktör isteğinin karşılığını alamıyor. Kulüpten ayrılan Béla Guttmann, o andan itibaren Benfica tarihine geçecek olan bir söz söylüyor, "Benfica, 100 yıl boyunca Avrupa kupası kazanamayacak."


Béla Guttmann'ın bu sözü söylemesinin üzerinden tam 56 yıl geçti. Bu süre içerisinde 7 Avrupa kupası finali oynayan Benfica ( 1963 ,1965, 1968, 1983, 1988, 1990, 2013) bu finallerin tamamında kupayı rakiplerine kaptırdı. Portekiz'de ve özellikle de başkent Lizbon'da bu lanete o kadar çok inanılmaya başlanılmış ki Guttmann'ın heykeli bile dikilmiş. Heykelde yer alan söz ise 56 yıldır süregelen bu olayın en kısa ve öz açıklaması olmuş. "Sadece Benfica'da olanlar kötü şans nedir bilirler. Dünyada bunu daha iyi bilecek bir kulüp yoktur."


Béla Guttmann 56 yıl önce o sözü söylerken belki Benfica'nın tarihine geçeceğinden habersizdi belki de bu söylediğine sonuna kadar inanmıştı hiç bilemeyiz. Bilinen tek bir şey var o da Benfica'nın üzerinde bir lanetin kesinlikle olduğu. 100 yıllık bu lanetten geriye 44 yıl kaldı ve bu zaman diliminde Lizbon takımının Avrupa şampiyonluğuna ulaşıp ulaşamayacağı büyük bir soru işareti.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Gülmeden Güldürmek Üzerine

Yazıya nasıl bir giriş yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. O yüzden basit bir soru sorarak giriş yapıyorum. Geçmişe dönüp bir kişi ile tanışma şansı elde ettiniz, seçeceğiniz kişi kim olurdu? Skala bir hayli geniş ve anında karar vermesi epey zor. Benim tercihim ise çok net, Buster Keaton. Tercihimin bu yönde olmasının sebebi son zamanlarda neredeyse tüm filmlerini izlemiş olmam ve bende büyük bir etki yaramış olması olabilir. Peki kim bu adam? Belki de adını dahi duymayanlar vardır. Kendisi sessiz filmlerin atası oluyor ve bunu hiç gülmeden yapıyor, evet mimiklerini dahi oynatmıyor. E iyi de madem öyle neden hiç adını duymadık? Neden sessiz film dendiğinde hepimizin aklına ilk olarak Charlie Chaplin geliyor?


Bunun birçok sebebi var aslında. İlk olarak Charlie Chaplin kadar asil bir duruşu yok. Çünkü Buster Keaton çirkin ve gülmüyor, hiç gülmüyor. Şansınız varsa bir iki tane gülen fotoğrafına denk gelebilirsiniz. Ayrıca Şarlo gibi akıllarda yer edinmiş bir karakteri de bulunmuyor. Ama buna rağmen filmlerinde kahkahaya boğabiliyor. Yazının başında sessiz filmlerin atası olduğunu söylemiştim ve bu konuya tekrar dönmek istiyorum. 1920'li yıllarda hareketli kamera kullanımı, daha önce yapılmamış kadraj tercihleri ve oooaaa dedirten birbirinden inanılmaz sahneler. Nasıl mı? Tam olarak şöyle.




Yıl 1920 ve tren kovalama sahnesi yapıyor, hareket halindeki arabaya atlıyor. Vööööh hocam napıyorsun? Bu ikisi gerçekleştirmiş olduğu inanılmaz şeylerin sadece en basit örnekleri. Buster Keaton'ın filmlerini izlerken "ya bunu nasıl yapmış" diye düşünmekten kendinizi alabilirseniz gülmenize de zaman kalıyor. Yoksa şaşırmış halde ekrana boş boş bakarken bulabilirsiniz kendinizi. Konuşma yok, mimik yok, tüm sitcom'larda yer alıp irrite ettiren kahkaha efekti yok. Var olan tek şey sessizlik. 


Zamanda geri gidip tanışma şansı elde etseydim ilk soracağım şey "Nasıl? Bunu nasıl yapıyorsun?" olurdu herhalde. Etrafımdaki herkese filmlerini zorla, döve döve izlettiresim geliyor bazen. Keşke çok daha önce bilseydim diyorum Buster Keaton'ı. Beynimdeki Buster Keaton ile ilgili her şeyi yok edip yeniden, sıfırdan izlemek istiyorum filmlerini. Bunu bir döngü haline getirip sonsuza kadar devam ettirmek istiyorum. Adının neden "Buster" olduğunun hikayesini de öğrenerek çok daha etkilendim ama bunu paylaşmıyorum sadece ben bileyim, ehe. Hayatımda en çok etkilendiğim kişiler arasında Buster Keaton uzun bir süre birinci sırada olacak sanırım.
Son olarak filmlerinden en çok "inanılmaaaaz" dediğim sahneleri de buraya bırakıyorum.






David Lynch ve Karanlık Dünyası

Konuya girmeden önce belirtmekte fayda var, yazıda David Lynch'i öve öve bitirmeyip bir yönetmenden çok daha fazlası olduğundan bahsediyor olacağım. Yazı fazla abartı ve övgü içereceği için kusasınız gelebilir ama tabi ki de bunu umursamıyorum ben. GTFO.
Her şey yaklaşık iki ay önce herkesin Game of Thrones'un çevirmeni olmasından dolayı tanıdığı eşekherif yani Cem abinin tavsiyesi sonucu Twin Peaks'i izlemeye başlamamla gerçekleşti. "Olm kesin izle inanılmaazz" deyişini hala hatırlıyorum. İlk başta "acaba dediği kadar var mıdır" gibi ufak bir ön yargı ile yaklaşsam da hemen başladım izlemeye. 90-91 yılları arasında toplamda 30 bölümlük iki sezondan oluşan bir dizinin hikayesi bu. Amerika'nın en kuzey bölgesinde yer alan Twin Peaks kasabasında -gerçekte böyle bir yer yok tamamen David Lynch'in kurgusu- meydana gelen bir cinayet ile başlıyor maceramız.


Bu küçük kasabamızda herkes birbirini tanıyor ve bir sabah kasabanın genç kızlarından Laura Palmer'ın öldürülüşüyle her şey tepe taklak oluyor. Olaya dahil olan ana karakterimiz ise FBI ajanı Dale Cooper. Sevecen, zeki, kuralcı, romantik ve kahve delisi. Twin Peaks'de yeni olan Dale Cooper olayları çözmeye çalışırken bir yandan herkesle kaynaşıyor ve kasabanın yerlisi haline geliyor. Twin Peaks'i diğer polisiye vb gibi dizilerden en ayırt edici özelliği David Lynch'in her bir karakterin içine işlemiş olduğu derinlik. Evet David Lynch'i öve öve bitirememe evremiz burada başlıyor. Dizide "meh bu neci ki" diyebileceğiniz karakterin bile olaylara doğrudan bir etkisi oluyor. Bölümler ilerledikçe siz de kendinizi kasabın bir yerlisi gibi hissetmeye başlıyorsunuz.

Bir bölümde Laura Palmer, canımız ciğerimiz Dale Cooper'a "25 yıl sonra seni yeniden göreceğim" diyor. Peki bilin bakalım ne oluyor? Aradan geçen 25 yılın ardından Twin Peaks geri dönüyor. Oooaaa David Lynch?!?! Karakterleriyle olabildiğince sizi kendine çeken dizide bu da yetmiyormuş gibi kasabaya da aşık olabiliyorsunuz. Ağaçların, şelalelerin, dağların bulunduğu Twin Peaks cennetin yer yüzündeki yansıması resmen, cidden öyle no bullshit.


Ayrı parantez açmamı gerektiren bir karakter var. Audrey Horne! Dizideki kadınlar zaten güzellik konusunda almış yürümüş ama Audrey... Dik başlı, kararlı, akıllı ve hedefleri uğruna yapmayacağı şey yok. Dışı seni içi beni yakar yani. "Isn't it too dreamy?" dediği sahne hala aklımda. Evet bir miktar aşık olduğum doğrudur. Audrey<3


Bir yönetmenden bir fazlası demiştim David Lynch için ki bu gerçekten de böyle. Aynı zamanda ressam ve müzisyen olan David Lynch belki de sinema dünyasının en büyük hayal gücüne sahip yönetmeni olabilir. Bu kadar kurgunun, derinliğin başka bir açıklaması olamaz. Son olarak Twin Peaks'de geçen "Fire Walk With Me" ve "J'ai Une Âme Solitaire" sözlerini de adeta aklımın derinliklerine kazıdım. Dövme yaptırılası sözler böyle oluyor işte. Bu da yakındır.

18 Şubat 2017 Cumartesi

David Bowie ve Nikola Tesla

İlk bakışta bu iki ismin aynı cümle içerisinde yer alması çok anlamsız gelebilir. Birisi 21. yüzyılın en büyük müzik ikonlarından olurken diğeri ise dünya tarihinin gördüğü en zeki adam. Evet Nikola Tesla, on kişiden sekizinin dünyanın en zeki kişisi olarak kabul ettiği Einstein'dan çok daha zeki bu konu hakkında sayısız tez sunabilirim STFU. Peki aynı zaman döneminde bile yaşamamış bu iki adamın ortak noktası ne? Aralarındaki bağ ne?


Bu sorunun cevabı en favori yönetmenler listemde tepede yer alan Christopher Nolan. Bowie'yi Tesla ile özdeşleştirdiği 2006 yapımı filmi The Prestige ana konumuz. Nikola Tesla'nın kendi zamanının çok ötesinde biri olduğunu düşünen Nolan -ki gerçekten de öyle- rol için aklına direkt olarak David Bowie'nin geldiğini belirtmiş. Zaten çok çook büyük bir Bowie hayranıymış. Eh hal böyle olunca adeta yalvarırcasına -aslında yalvarmıyor hani mecazen- teklifini sunmuş David Bowie'ye rol için. En başta biraz soğuk yaklaşsa da sonradan teklifi kabul etmiş. Bowie<3



Filmde bir sahnede Nikola Tesla'yı oynayan Bowie, ana karakterlerimizden Robert Angier'a "Hiçbir şey imkansız değildir" diyor. Güzel söz, dursun aklımızın bir köşesinde. Şimdi itiraf etmem gereken bir şey var. Filmi ilk izlediğim zaman Nikola Tesla'yı oynayan kişinin David Bowie olduğundan bir habersizdim. Saaaad. E ufaktım 13-14 yaşında bir şeyim. Filmi izlerken "Oooaaa Nikola Tesla ne karizma yeaaa" dediğimi de çok net hatırlıyorum oynayan kişinin David Bowie olduğundan habersiz bir şekilde. İzlediğim bir dizi ya da filmi ikinci ya da üçüncü kez izlemeyi hiç sevmem normalde. İzledim ve bitti. Bu olay bir kere olmalı ve böyle kalmalı benim için. Ama bu despot kuralımı The Prestige'de çiğnemiştim. Bu yıl ne zaman olduğunu hatırlamasam da yeniden izlemiştim. Bu sefer "Oooaaa Nikola Tesla ne karizma yeaaa" düşüncem yerini "Oooaaa David Bowie ne karizma yeaaa" düşüncesine bıraktı. E malum David Bowie olduğunu bilip izleyince çok daha farklı oluyor ikinci izleyişiniz olsa da. Seyredin, güzel film. O kadar David Bowie dedik durduk yazıyı bir şarkısıyla sonlandırmamak olmaz.



Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Bir ülke düşünün uzun süre sömürge altında kalmış, bağımsızlığını ilan etmiş ve büyük bir savaşı atlatmış. Küllerinden yeniden doğarcasına kalkınmış ve dünyada refah seviyesi en yüksek görülen ülkeler arasında her zaman yerini almış. Bir tahmininiz var mı hangi ülke olduğu ile alakalı? Yoksa da ben söyleyeyim, Finlandiya. Bataklıklar ülkesinden nasıl beyaz zambaklar ülkesine dönüştüğünün çarpıcı hikayesini anlatan bir kitap bu.



Kitabın yazarı 1866 Rusya - St.Petersburg doğumlu bir papaz olan Grigory Petrov. Çeşitli zaman dilimlerinde yaptığı Finlandiya gezilerinde küçük küçük notlar alan Petrov bunu daha sonra bir kitap haline getirmiş. Öyle sıradan, sadece gördüklerini anlattığı basit bir kitap değil. Ülkenin yaşadığı tüm zorlukları aşıp ekonomiden eğitime kadar nasıl kalkındığını çarpıcı bir dille anlatıyor. Hatta yeri geldiği zaman tek tek yüzünüze vuruyor tüm bunları. Öyle bir gerçeklilikle anlatmış ki Petrov ülkesi Rusya'da tüm eserleri yasaklanmış.



Kitabın kapağına bakıyorsunuz şu an. Dikkatinizi çeken bir nokta oldu mu? Olmadıysa "Atatürk'ün okulların müfredatına konulmasını istediği kitap" ibaresine iyi bakın. Daha önce böyle bir şey ile karşılaştınız mı ya da duydunuz mu? Atatürk'ün mutlaka okunmasını belirttiği bir kitap? İşte Beyaz Zambaklar Ülkesi kendi döneminde bu denli yankı uyandırmış bir eser. Hatta cumhuriyetin ilan edildiği ilk zamanlarda Türkiye'de de çok etkin olmuş ve dönemin önde gelen aydınların fikirlerini doğrudan etkilemiş.

Kısacası günümüzde dünyada eğitim anlamında en iyi sisteme sahip olduğu belirtilen, refah seviyesi daha ne kadar yüksek olabilir diyerek kendine imrendiren soğuk ama tatlı bir ülkenin hikayesi. Okuyun. Güzel kitap.